“Cam…” diyorlar bana “Alev Sanatı…” Fakat böyle derken maddenin sıradan hallerinden biri gibi değil, en zarif haline atıf yaparak, sihirmişim gibi söylüyorlar. Öyle ya, sırrımı çözüp, kor ve akışkan halime hâkim olabilmek ve sonra sert ama kırılgan cismimle baş edebilmek her zanaatkarın ya da sanatçının haddi olmasa gerek…

            Oysa ilk bakışta; doğru maddelerin uygun oranda bir araya getirilmesiyle var oluyor gibi basit görünürüm. Aslında öyledir de; billur kum taneleri soda ile karışıp kireçle dayanıklılığım sağlanınca alevde erir, kor bir balgam olurum da hayat bulurum…

Camın Kamp Ateşindeki Keşfi

İnsanoğlu hemen keşfedemedi varlığımı… Önce volkanların ihtişamlı püskürmelerinin neticesinde tesadüfen oluşan hallerime rastladılar. Bu ilkel versiyonlarımı yontarak, bıçak ve ok ucu yaptılar, yiyeceklerini parçalarken keski, kadınlarını süslerken mücevher niyetine kullandılar…

Sonra gün geldi ve Fenikeli denizciler Suriye’nin Prolemais bölgesindeki sahilde kamp kurdular. Sahilin tane tane ince kumları üzerinde yaktıkları ateş yükleri olan soda istifinin yanındaydı. Ertesi gün uyandıklarında, ateşin sıcaklığından dolayı kum ve soda hem hal olmuş, alevler etkisini yitirdiğinde soğuyup beni, yani camı oluşturmuş...

Bu tesadüften sonra varlığımın sırrı yeryüzünün birçok yerinde duyuldu. Önce Mısır ve Mezopotamya'da odunla yanan ocaklar kuruldu. Buralarda kum, soda ve kireç harmanlanarak yakıldı, ben oldum. Kralların himayesinde, krala bağlı olarak faaliyet gösteren atölyelerde veya varlıklı müşterilerin gereksinimlerini karşılamak amacıyla üretiliyordum. Zamanla değerli taşlara ve insan eliyle yapılmış madeni eşyalara alternatif oldum. Romalılar ise taş ve seramikle yaptıkları eşyaları da benimle yapar oldular.

Alev sanatı tüm dünyaya yayılmaya başladı. Zamanla boncuk gibi küçük objelerin yapımında, akışkan halime hükmetmek adına teknikler geliştirdiler. Çubuk haline getirdikleri ana maddemi sıcağa tutup çevirme ve dövme hareketleriyle, yerin çekiminden fayda sağlayarak fütursuz, söz dinlemez tabiatıma istedikleri zarif şekilleri vermeyi başardılar. Yunanistan ve Mısır’da kullanılan bu teknik değişmedi, sadece medeniyetlerine göre kullandıkları aletler gelişti. Fakat her defasında kırılganlığımın ve akışkanlığımın üstesinden gelmek için, ısıyı, tavlamayı, kuma gömmeyi ya da fırınlamayı kullandılar…

Çok sonra bir yöntem buldular ki buna ben bile şaştım. Varlığımın özünü keşfeden kavim olan Fenikelilerdi yine. Pipo dedikleri ortası boş metal bir çubukla üflediler bana. Nefeslerindeki hava ile kütlemi şişirip istedikleri şekli verdiler. Bu yöntemle ev eşyasından süsleme motiflerine neler neler imal eder oldular… Üflemeyi geliştirenler ise Selçuklu, Artuklu ve Osmanlı ustaları oldu.

Osmanlı, cam sanatını bir hayli ilerletti. Özellikle İstanbul'un fethinden sonra cam endüstrisi oldukça gelişti. Bunun en önemli sebebi ise Osmanlı döneminin lonca sistemiydi.  Her bir zanaatkâr ve meslek grubu gibi camcılar da, ham madde temininden malzeme işlenişine, bitmiş ürünün şekli ve satış koşullarına kadar en iyi şekilde organize olmuşlardı.

Osmanlı bana dair en güzel, en nadide örnekleri 17. ve 18. yüzyıllarda ortaya koydu. İstanbul’da, Tekfur Sarayı ve Eğrikapı arasında, Eyüp, Balat, Ayvansaray, Bakırköy, Beykoz, Paşabahçe, Çubuklu ile İncirköy mevkilerinde cam yapım merkezleri vardı. Nitekim III. Murat adına yapılmış bir minyatür o döneme ait bazı önemli belgeleri gösterir. Bu eser, bir cam yapımcıları kafilesini resimlemekte ve işçilerin hep beraber yanan bir ocağın çevresinde vazolar biçimlendirdiği bir atölyeyi resmetmektedir. III. Murat'ın hâkimiyetinde loncaların geçiş töreninde özel olarak inşa edilen bu atölyede kullanılan geleneksel teknikler hâlen çağdaş atölyelerde de kullanılmaktadır.

 Türk işi; Çeşm-i Bülbül

Yeryüzünde en büyük cam ihracat merkezi Venedik’teydi.  13. yüzyılda Venedik'te bir de Türk ticarethanesi bulunmaktaydı. 18. yüzyılda ise Türkler Bohemya'dan cam ithalatı yapar oldular. Öyle ki Osmanlı sanatçıları cama ve işçiliğine büyük önem ve değer veriyor, alev sanatına estetik değer kazandırmakla beraber dünya genelindeki gelişmeleri de takip ediyordu. Nitekim Osmanlı Sultanı I. Mahmut Fransa'dan cam ustaları getirirdi, Mehmet Dede ismindeki bir Mevlevi Dervişi de III. Selim tarafından cam yapım tekniklerini öğrenmek üzere İtalya'ya gönderilmişti. Bu usta döndüğü vakit Beykoz'da bir atölye açmış ve burada Çeşm-i Bülbül’ü çalışmıştı.

Ah Çeşm-i Bülbül, maddemin nasıl olup da böylesine zarif bir hale dönüştürüldüğüne hâlâ şaşarım… İnce ve renkli cam çubuklarını yüksek ısıda eritip, su gibi olmuş camın içine nasıl yerleştirdiklerine, "Dönerek burulan" çizgileri nasıl şekillendirdiklerine hayret ederim. Bu cam formunu biçimlendiren ustanın hünerine ve üslûbuna hayran kalırım…

Türklerin geleneksel cam ürünü olarak nitelendirilen Çeşm-i Bülbül’e sonraları Beykoz işi der oldular ve nice türünü imal ederek şanımı yücelttiler… Çeşm-i Bülbül’e benzeyen yüksek kaliteli bir halim de halen Venedik'te Murano'da üretilmektedir.

Cumhuriyet'in kuruluşu ile cam atölyelerinin yanı sıra Paşabahçe'de, Boğaz'ın yamaçlarında, meclis onayıyla ilk ulusal cam fabrikası kuruldu. Paşabahçe, zamanla ülkenin her yerinden çok sayıda cam ustasını bir araya topladı ve Türk cam sanatı tarihi için önemli bir merkez haline geldi.

Orada öyle bir usta vardı ki, onun gibi kimsenin var oluşuma hükmettiğini, beni kendi üslubu ile nice nadide eser çevirdiğini unutamam. Baba Yusuf Görmüş derlerdi ona…

 Kaynak: Bydigi Forum http://www.bydigi.net/diger-sanat-dallari/53720-cam-sanati-ve-camin-yapilisi-resimli.html#post455769


Mükemmel bir sanatsal ifade malzemesi: Cam

Kaynak: Bydigi Forum http://www.bydigi.net/showthread.php?p=455769varlığım Varlığım sanatsal ifade için mükemmel bir malzemedir… Tüm yeryüzünde olduğu gibi Türkler de bunu bilirdi. Nitekim Türk cam sanatı, yalnızca sanat olmaktan çıkmış ve günlük yaşama estetik değer katan form ve tarzları üretir olmuştu. Mesela cami, konak, saray ve türbe gibi önemli mimari yapıların pencerelerini, paravan, ayna gibi kimi eşyaları alçı gibi maddelerle birleştirdikleri ve adına vitray denilen rengarenk camlarla tasarlamışlardı.

 

Cam Boncuklar

Bir de cam boncuklar vardır ki halk sanatı olmuştur artık. Rengarenk boncuklar içinde, inanç ve geleneğin cama yansıması neticesi olarak en rağbet göreni nazar boncuklarıdır. Göz boncuğu da denilen nazarlıklar ilk kez Anadolu’da üretilmiştir. İnanca göre; nazarlık yoluyla kişi veya nesneye yönelecek olan bakışların yıkıcılığı önce cam boncuğa çevrilecektir ve böylelikle o kişi ya da nesne bakışların olumsuz etkisinden kurtarılmış olacaktır. Bu nedenle nazar boncuğundan yapılan nazarlıklar canlının veya nesnenin görünür bir yerine takılır.

Boncuk halim küçük fırınlarda imal edilir... Cismim odun ateşinde yumuşatılır ve boncuklar elle kullanılan son derece basit birkaç aletle çeşitli formlar verilerek üretilir. Aletler basittir fakat bunları gerektiği gibi kullanmak maharet ister. Boncuk olmanın dışında küçük çiçeklere, hayvancıklara, çeşitli figürlere ve türlü türlü tasarımlara madde olup, her halimle estetiğe hizmet etmeye devam ederim…  Velhasıl, insanoğlunun günlük yaşantısının tümünde varım ben... Sanatta da hâlâ vazgeçilmezdir yerim.