Ben Levni… Meşhur Surnâme’nin ve sarayın nakkaşı… 18. asırda, Türk minyatür sanatında bir dönüm noktası. Kendine has üslubu olan sanatkâr…
Rahlemin üzerine eğilmiş halde, aharlanmış kâğıda+ atının üzerindeki süvari figürünü kopya etmekteyim. İğne ile delikler açtığım kâğıdın yırtıklarından, kömür tozu dökülüp de süvarinin silueti oluşmaya başladığında yine ellerim titremeye başlıyor...
Her seferinde aynı şey olur. Bunca tecrübeme rağmen, üç aylık kedinin ense tüyünden yapılma fırçamı ilk kez elime alıyormuşum gibi heyecanlanıyorum, yeni yetme âşıklar gibi tutkuyla doluyorum.
Zamk-ı arabiyi karıştırdığım boyayı süvari silueti üzerine sürmeden evvel, icazetimi veren üstadımın yaptığı gibi duamı ettim; “Ya Musavvir, ey bana bu yeteneği bağışlayan Allah’ım. Sen tutan elim, gören gözüm, ferasetim ol. Nakkaş kulunu utandırma…”
Kuruyan altını aharladıktan sonra, renklerini belli ettiğim siluetin simasını çizmeye koyuldum. Süvarinin kara ama aydınlık gözleri, uzun kirpiklerinin arasından dünyaya bakmaya başladı. Kızıl kahve saçları omuzlarına döküldü. Şimdi ince dudakları gür bıyığının altında gülümsüyor. Fırçamı bir boyaya bir suya batırarak devam ediyorum…
Şu elimin altındaki kâğıda icra etmekte olduğum nakışa, Avrupa’da minyatür derler. Çünkü oralarda, elyazması kitapların baş harfleri, Latince adı “minium” olan, kurşuni kırmızı bir renkle boyanır. Minyatür kelimesi buradan türetilmiştir.
Adı her bir coğrafyada farklı olsa da hem bizde, hem Avrupa’da, hem İran’da minyatürün ortak özelliği, çoğunlukla elyazması kitapları süslemesi, metnin anlaşılmasını kolaylaştırması ve konuyu zenginleştirmesidir. Küçük boyutlu, çok ince işlenmiş resimlerdir bunlar.
Minyatürde ışık ve gölge olmaz; resme derinlik veren boyut da yoktur. Minyatürde perspektif olmadığı için figürler birbirini kapatmaz. Bir minyatürdeki insanların hepsi hemen hemen aynı boydadır ve insanlar ile nesneler arasındaki yakınlık ve uzaklık belli edilmez. Geride kalanlar yukarı doğru çizilerek ön ve arka oluşturulur. Kişi önemine göre büyük ya da küçük çizilir, manzara ve mimaride de boy farkı olmaz, detaylar ayrıntısıyla gösterilir.
Tarihi Serüven
Minyatür her ne kadar Batı’da da yapılıyor olsa da, bizim medeniyetimiz için çok daha önemlidir. Minyatür, İslam medeniyetinde, resmin yerini tutan özgün bir sanat olarak kabul edilmiştir. Türk diyarında doğmuş, Müslüman ülkelerde gelişmiş, ait olduğu kültüre göre farklı üslûplar edinmiştir.
Özellikle biz Türklerin minyatür sanatı üzerine emeği çoktur. Öyle ki minyatür sanatının özü, ilk temsilcileri Uygur Türkleridir. Orta Asya’da, Uygur-Türk şehirlerinde bulunan freskler, resimli ve minyatürlü kitaplar, 8. ve 9. asırda bu sanatın Uygur Türklerinde ne derecede ilerlemiş olduğunu ispatlar. Göçebe hayat yaşayan Türkler nereye giderlerse, sanat ve kültürlerini oraya götürdüklerinden minyatür sanatı Avrupa’da, Anadolu’da, Hindistan’da ve İran’da tanınmıştır.
İlk minyatür okulu Bağdat’ta açılmış fakat Moğol istilası Bağdat’ı yerle bir edince yazma eserler ve minyatürleri, günlerce siyah mürekkep renginde akan Dicle nehrinde yok olup gitmiştir.
Selçuklu zamanında ise, tıp, botanik, astronomi ve mekanik buluşları içeren bilimsel konulu eserler minyatürlenmiştir. Kitabın içinde yer alan bilgiler ve uygulamalar, minyatürlerle açık seçik gösterilmiştir. Kitab Al-Haşa'iş, Marifat Al-Hıyal Al-Handasiya, Kitab El, Baytara, Varka ve Gülşah, Kelile ve Dimne böyle bezenmiş yazma eserlerdir.
Saray Sanatı
Osmanlı döneminde minyatür sanatı, devletin kuruluşundan başlayarak, güç ve gelişmesine paralel olarak çeşitli evrelerden geçer. İlk dönem Osmanlı minyatürleri Selçuklu ve İran etkisi altındadır.
Biz Osmanlı nakkaşları, tasvir edilen sahnede mümkün olduğunca sade bir anlatım kullanırız. Üslûbumuz açık ve gerçekçidir. Tabiatı ve mimari eserleri, toplumsal olay ve ilişkileri en ince ayrıntılarına kadar işleriz. Coğrafi ve tarihi konuları, haritalardaki topoğrafi stilleri tamamen kendimize özgü bir üslupla tasvir ederiz.
Türk minyatürleri ruh ve düşünceleri, konu ve teknikleri, renkleri, çizim ve motifleri bakımından farklılık gösterir. Biz olayın özünü ön plana çıkarırken, Tebriz, İsfahan ve Şiraz gibi okullarda gelişen İran ekolü nakkaşları, oldukça zengin ve girift bir ifadeyle, detaylı nakşederler. Konunun mahiyetinden ziyade nakışın estetiğini, zarifliğini önemserler.
Osmanlı Devletinde, Türk törelerinin gereği olarak sanatın özendirilmesi, desteklenmesi, korunması mühimdir. Bu sebeple, Osmanlıda sanat, bir devlet kurumu ve devlet hizmeti olarak kabul edilmiş, saraya bağlı şekilde örgütlenmiştir. Minyatürler, yerli ve yabancı nakkaşların birlikte çalıştıkları nakkaş hanede elbirliğiyle üretilmiş, ortaya çıkarılan eser ender olarak ustanın adı ile anılmıştır.
En önemli Osmanlı minyatürlerinden biri, Fatih Sultan Mehmet’in nakkaş Sinan Bey tarafından yapılan minyatürüdür. Padişahı gül koklarken tasvir eden nakkaşın çizgilerinde Batı sanatı etkisi görülür. II. Beyazıd döneminde Baba Nakkaş, 16. asırda Nigarî, Nakşî ve Şah Kulu ün yapar. Aynı dönemde, Bihzad’ın öğrencisi olan Horasanlı Aka Mirek İstanbul’a çağrılarak saraya başnakkaş yapılır. Mustafa Çelebi, Matrakçı Nasuh, Selimiyeli Reşid, Süleyman Çelebi üstatlarımızdır.
Avrupa’da yazı makinesinin yani matbaanın icadıyla minyatür sanatı iyiden iyiye itibarını yitirdi. Artık yalnızca fildişi üzerine süs mahiyetinde yapılıyor ya da madalyonların üzerindeki sureti biçimlendirmek için kullanılıyor. Üstelik Batılı sanatkârların, Hıristiyanlığı anlattıkları resimlerin yanı sıra çizdikleri tabiat ve insan resimleri, eskiye göre daha fazla ilgi görmeye başladı. Bu resimler tıpkı modeline benziyor, tabiat konulu olanlar dahi gerçeğinin tıpa tıp aynısı.
Bizim kültürümüzde minyatür sanatı hâlâ rağbet görüyorsa da, son zamanlarda Batı sanatına bir hayranlık peyda oldu. Benim minyatürlerimde de bu etkiyi görebilirsiniz. Aynı zamanda benim nakışlarım, atalarımız Uygur Türklerinin nakışlarını andırır.
Belki yıllar sonra bizim topraklarımızda da bu güzide sanata verilen değer azalacak ve minyatür, yerini Batı sanatına bırakacak. Belki gelecek nesiller, geleneksel sanatlarına itibar etmeyecekler, kim bilir? Fakat şuna gönülden inanıyorum ki güzel ve naif olan asla yok olmaz, öyle olsa dahi elbet bir gün yeniden değeri bilinecektir.
Nakşedilen, Tarihi Belgedir.
Biz nakkaşlar sanatkâr olmanın yanı sıra tarih kâtipleriyiz. Öyle ki çizdiğimiz minyatürler tarihi vesika niteliği taşır. Ait olduğu toplumlumun siyasi, sosyal, iktisadi, kültürel, askeri hayatını yansıtırlar. İçeriğinde, yapıldığı zamana dair; kişilerin kıyafetleri, birbirlerine karşı duruşları, mimari yapılara dair özellikler gibi izler barındırır.
Ayrıca, ameliyatın bir safhası, bir sünnet düğünü ya da elçi kabulü gibi, durumu tasvir eden minyatürler de vardır. Nihayetinde denilebilir ki, minyatürler geçmişten geleceğe miras, tarihi belgelerdir, insanlık tarihinin kültür kaynaklarıdır.
Minyatürü Okumak!
Süvari figürünü de tamamladığımda, neredeyse bitmiş olan bu minyatürü nasıl okuyacaksınız? Çünkü minyatür, Batı resminden farklı olarak, görünenin dışında anlamlar taşıyan figürleri de ihtiva eder.
Örneğin şu evvelce çizdiğim meyveli ağaç, dalları altında oturan genç kızın gebe olduğunu simgeler. Bulutların kıvrımlarının ya da kuşların kanatlarının aşağıya doğru olması, hüzne ya da kahramanın akıbetinin pek de iyi olmadığına işaret eder. İki kişi tomurcuk çiçekleri olan bir bahar dalı altında oturuyorlarsa bu onların birbirlerine âşık olduklarını anlatır. Ağaç sararmış yapraklı, çiçeksiz ise o kişi yalnızdır. Bir minyatürün içindeki insanlar arasında, diğerlerine oranla büyük çizilmiş olanı en önemli kişi demektir...
Yaşım bir hayli ilerledi, gözlerimin feri azaldı. İhtimal üstatlarım gibi ölmeden evvel kör olacağım ama bu bizim meslektekilerin yegâne akıbeti. Âlâ… Biz ezberimizden de çizeriz, yeter ki fırçayı tutan elimiz titremesin…