Ufacık bir nokta! Ne kadar önemsiz gibi gelse de tasarımın en temel elemanı. Tek başına bile iriliği, rengi ve biçimiyle çok şey ifade eder; durgunluk, karşıtlık, boşluk-doluluk etkisi yaratır. Büyüklü küçüklü, ana ve ara renklerden oluşan noktaların bir araya gelmesiyle ise görüntü ortaya çıkar, mana böylece zenginleşir.
Noktayı tek başına ve çoklu formunda kullanan sanatlar var. Bunlar arasında en kadim olanı ise mandala belki de. Noktanın mistik, felsefi gücünden ilham alan mandala günümüzde yeniden büyük ilgi görür oldu. His ve düşünce boyutu oldukça derin olan, bir yandan da matematiksel bir form taşıyan mandala sanatını, ülkemizin önde gelen mandala sanatçılarından Hamiyet Ünal ile söyleştik. Ünal, moleküler biyoloji ve genetik alanında bir bilim insanı olarak mandalanın yanı sıra tercüme, fotoğrafçılık, çiçek aranjmanları ve müzikle de uğraştığı için multi-talented sanatçıların yükselişini de konuştuk.
 
İnsan Gibi Noktanın da Karakteri Vardır
Kozmos için dünya, dünya için insan, insan için hücre, hücre için atom bir noktadır. Tıpkı yeryüzü üzerindeki insanlar gibi, yüzey üzerindeki noktalar da farklı sayılarda ve farklı kompozisyonlarda farklı etkiler doğurur. Tek nokta, bir başınalığı ve dinginliği ifade ederken, nokta sayısı çoğaltıldıkça dinamik, ritmik ya da kaotik bir görüntü oluşabilir. Noktalar da insanlar gibi, yan yana geldiklerinde birbirleriyle ilişki kurar, aralarında kurdukları bağ ve uyum, estetik ve göz alıcı bir desene dönüşebileceği gibi, kargaşaya da dönüşebilir. Bir araya geldikleri kompozisyon içerisinde, tıpkı müzik notaları gibi bir ritim oluşturur, yükselme, düşme, itme veya çekme gibi farklı etkiler uyandırabilir. Bir topluluktaki insanları nasıl karakterize edebiliyorsak, eserdeki noktaları da öyle karakterize edebiliriz, kiminin heyecanını, kiminin kibrini, kiminin baskın, kiminin belli belirsiz varlığını hissederiz.
 
Nokta ‘Hiçlik Makamı’dır.
Noktanın beni en çok etkileyen özelliği ise aslında onun sadece kendine has olan terim anlamında saklı. Geometride boyutsuz olarak ifade edilen, eni, boyu ve derinliği olmayan, öte yandan bu boyutsuzluğun -ki ben bunu sufi bir anlayışla ‘hiçlik makamı’ olarak ifade etmek isterim- içinden sonsuz sayıda doğru geçmesine izin veren zenginliği. Öte yandan bütüne bakıldığında görünen ne olursa olsun, küçüldükçe, özünün koskoca bir hiçlikten ibaret oluşunu, bu hiçlikten yola çıkarak da, Heidegger’in ifadesiyle, hiçliğin varlığı şekillendiren şey olduğunu görebiliriz. Tıpkı bir cümlenin sonundaki ‘nokta’ gibi. O, her şeyin bittiği/durduğu yer değil, tam aksine başladığı yerdir, hem de büyük harfle.
 
Bizler de Dairelerden Müteşekkil Varlıklarız
Bir önceki sorunun yanıtına koyduğumuz ‘nokta’ bu sorunun yanıtının başlangıcı olsun o halde. “Her şey bir nokta ile başlar.” diyen Wassily Kandinsky’i hatırlayalım. Artistik bir yeteneği olmayan bir insan bile rahatlıkla bir tuval üzerine nokta koyabilir. Bu basitliğine rağmen, yeni eklenen veya genişleyen başka noktalarla birlikte sayısız olasılığa doğru bir serüven başlamış olur. Bu sayısız olasılık içinde noktalar çoğunlukla bir çemberle ilişkilendirilir. Nitekim bir noktayı bir büyüteçle genişlettiğinizde gördüğünüz şey bir dairedir. Daire/çember kadim zamanlardan bu yana içinde çeşitli anlamlar barındıran güçlü bir sembol olagelmiştir.
Hermes Trismegistus’un efsanevi mistik öğretilerinden biri şudur “Tanrı merkezi her yerde, dış yüzeyi hiçbir yerde olan bir dairedir.” Daire göksel birliği, yüksek benliği, sonsuzluğu, ebediyeti, bütünlüğü, hayat döngüsünü, başlangıcı ve sonu olmadığı için zamansızlığı, aşağısı ve yukarısı olmadığından dolayı mekânsızlığı, bir nevi Tanrı’yı temsil eden transandantal bir semboldür. Velhasıl o mütevazi noktanın içinden devasa anlamlar geçer.
Daireler sadece sembolik de değildir. Manaya olduğu kadar, maddeye de aittir. Bilim insanları, insanoğlunun ve canlıların yapıtaşını -DNA’mızı- araştırdıklarında birbiri içine geçmiş sarmal şeklinde çemberler gördüler. Benzer şekilde, bir nevi kimlik kartımız olan parmak izlerimizdeki helezonik daireleri, gözbebeklerimizdeki irisi, bize hayat veren yumurta hücresini düşünürsek, bizler de dairelerden müteşekkil varlıklarız. Ayrıca üzerinde yaşadığımız gezegen, ve onun hayat enerjisini aldığı güneş gibi bizi hayatta tutan pek çok şey de dairesel. Peki ya tekerleğin, tüm dünyamızı döndüren dişlilerin icadı olmasaydı, şimdi nerede olurduk. Hem ilahi, hem hikmetli, hem dünyevi bir lisan gibi, varoluşun özü ve esası sanki bu şekil ile dile gelmiş gibi.
 
Mandalanın Sırrı Merkeze Doğru Dönme
Sanskritçe dilinde, kelime anlamıyla, tam olarak ‘sihirli çember’. Bir mandala çizmek veya Hıristiyanlıkta olduğu gibi bir labirentte yürümek, çemberler yardımıyla kendimizi fark etmenin ve huzuru ve ruhsal gelişimi deneyimlemenin iki kadim yolu. Her ikisinde de amaç "merkeze doğru dönme" olarak bilinir. Merkeze ulaşmanın tek bir yolu vardır ve insanlar bu yolu geçerek netlik, iç görü ve huzur bulma eğilimindedir.
 
Mandala Bir Dua Yöntemi
Mandala, bir sanat olmanın ötesinde, sipiritüel bir davranış biçimi. Doğduğu Tibet ve Hindistan topraklarında adeta bir dua, bir ritüel. Hepsinin teknik olarak mandala olduğunu kabul edebileceğimiz mağara duvarlarındaki dairesel şekillerden, rangolilere, yantralardan Davut yıldızına kadar, Aborjinler’den Mayalara, Keltlerden Kızılderililere, Tibet’ten İslam coğrafyasına kadar tüm kültürlerde rastlanan mandalalar, duyguları, dilekleri, ve niyetleri beş duyunun ötesinde ifade etme ve böylelikle ruhsal tekamüle ulaşma biçimi. Zihni temizleme ve kişiyi daha yüksek bir aydınlanma seviyesine getirme yöntemi.
Psikolog Carl Jung, mandala çizimlerinin bütünlüğe uzanan sezgisel hareketi sözsüz olarak ifade ettiğini söyler. Bir mandalada her zaman anlam aramaya gerek yoktur. Mandala yaratmanın bizatihi kendisinde içsel bir anlam ve değer vardır. Kişi mandala yaratmayı deneyimlerken, dairelerden yayılan derinliği, tamamlanma hissini ve iç huzuru duyumsar. Benim şahsi tecrübeme ve mandala eğitimlerimde katılımcıların geri dönütlerine göre en gözle görülür etkisi, ‘anda kalma’nın verdiği o haz ve rahatlama hissi. Zihninizin, gözlerinizin, ellerinizin ortak bir odak noktasında yoğunlaşarak birbiriyle koordineli bir biçimde çalışırken bilinçaltınızı kendiliğinden yüzeye çıkarması, adeta bir enerji patlaması. O anda bilinçaltınızdan geçen duygu ve düşüncelerin hızının dahi el hareketlerinize yansıdığını görebilirsiniz. Çoğu zaman katılımcıların o gün giymeyi tercih ettiği renklerin ve hatta giysilerinin üzerindeki desenlerin bile yaptıkları mandalalarda tercih ettikleri renkler ve ortaya çıkardıkları desenlerle birebir örtüştüğünü hayretle görüyor, bunun bir tercihten ziyade bilinçaltının dışavurumu olduğuna tanıklık edebiliyorum. Burada tatlı bir anekdotla yanıtımı özetlemek isterim. Eğitimlerimden birine katılmak için arayan bir katılımcım, gebeliğinin son haftasında olduğunu, o tarihe kadar doğum yapmazsa mutlaka katılacağını bildirmişti. Eğitim gününde aramıza katılabilmiş, hem gebelik boyunca hem de son dönemde yaşadığı zorluklardan ne kadar yorulduğunu ifade etmiş ve ilk defa deneyimleyeceği mandala çalışmasının kendisine iyi geleceğini umduğunu söylemişti. Eğitim boyunca anda kalmanın ona verdiği gevşeme, rahatlama, huzur hali görülmeye değerdi. Eğitim sonunda ise yaşadığı üç dört saatlik deneyimi şöyle ifade etti; “Hamile olduğumu unuttum.”
 
Her Türlü Yüzeye Mandala Yapılır
Her sanat dalında olduğu gibi, mandalada da başarılı bir sonuç elde etmek için üzerine çalıştığınız yüzeyi, kullandığınız boya, fırça vb. malzemeyi çok iyi tanımanız gerekiyor. Tüm unsurlara hâkim olduğunuzdan emin olduğunuz sürece, ahşaptan seramiğe, duvardan kumaşa kadar her türlü obje ve yüzey üzerinde çalışabilirsiniz. Akrilik boyalar ve son dönemde multi-surface/chalk boyalar hemen hemen her yüzeye uygulanabildiğinden yüzey seçiminde bizi esnetiyor. Porselen kalemleri, kumaş ve deriye özgü boyalar ise daha çok yüzeye özgü alternatifler. Objeler düz yüzeylere göre daha şekilli, kıvrımlı, pürüzlü olabiliyor, bu yüzden biraz daha fazla dikkat ve el becerisi istiyor. Günün sonunda mühim olan, ömrünü mümkün olduğu kadar uzatabileceğimiz kalitede, zamana, ışığa, dökülmeye, çevresel faktörlere dayanıklı bir eser üretmek. Bu yüzden eseri oluşturan malzeme ve boya kadar onu korumak için kullandığımız yağlar, vernikler, reçine gibi son ürünlerin seçimi de çok önemli. Bu da işin tam bana göre olan deneysel kısmına dahil.
Tam da burada belirtmek isterim ki -bu bir çağrı olarak da algılansın isterim- global ve toplumsal olarak kolektif bilincimizin oluşmaya başladığı sürdürülebilirlik çabalarının içine sürdürülebilir sanatın da dahil olduğunu bilerek, bu amaçla insan sağlığına zararsız, doğa dostu, geri dönüşüme uygun, doğal kaynaklı hammaddeler, boyalar, yüzeyler, malzemeler kullanmak suretiyle, geride mümkün olduğu kadar az karbon ayak izi bırakmak için hem üreticilerin, hem de sanatçıların hassasiyet göstermesi gerektiğine inanıyorum.
 
Günümüzde Mandala Yeniden Popüler
Mandala hep hayatımızın içinde; bedenimizde, doğada, şehirde, baktığımız her yerde. Bir bilim insanı olarak tarafgir bir açıklama olacak belki ama mandalanın bir sanat olarak, aslında pek çoğumuz için bir hobi olarak, son dönemde fazlaca benimsenmesinin nedenlerinden birinin, temeli iki asır öncesine dayanan kuantum biliminin sıçrayışı olduğunu düşünüyorum. “Her şeyin başı fizik”ten, “Her şeyin başı metafizik”e doğru bir değişim dönüşüm içinde olduğumuz aşikâr. İnsanoğlu son dönemde ‘yüksek şuur’ olarak adı konulan tanrısal şuuru, bir diğer deyişle, insan zihninin hayvani içgüdülerini aşma yeteneğine sahip kısmını güçlendirme çabası içerisinde. Özünden uzaklaşmış olmanın ve bu uzaklığın yegane çıktısı olan kişisel ve kitlesel mutsuzluğa, maneviyatın, evrensel ahlakın, geleneklerin şifa olacağı umudu içerisinde. Dünya düzeninin dayattığı mücbir görevler, sorumluluklar, sıfatlar, unvanlar, yaşam standartları, normlar, çalar saatler, ajandalar, markalar, vücut ölçüleri, güç ve akıl oyunları arasında, neresinden tutacağını bilemediği bir delirme halinden tek ‘kurtuluş’ yolunun ‘spiritual awakening’ yani ruhsal tekamül olduğunun farkında artık. Kendini bilmek ve dahi kendinden daha yüksek bir iradenin gücünü algılamak için, kendisiyle aynı yolu arayanlarla birlikte keşfedebileceği, alçak gönüllülükle inşa edebileceği içsel bir mabet arayışında. Varoluşunun biricik özelliklerini ve hedeflerini anlayabilmesine, hayat rutininin içinde fakat hayatı okuyarak, anla bütünleşmesine yardımcı olacak spritüel uygulamalar ve enerji tekniklerine her zamankinden daha çok ilgi duymakta. Mandala da bir meditasyon sanatı olarak, bu uygulamaların içinde kendine özel yeri buldu. Özellikle psikolojik danışmanlar ve sanat terapistlerinin tavsiyesiyle duyulan ve yaygınlaşan mandala, boyama kitapları ile de popülaritesini artırarak, hemen her yaştan insanların başvurduğu bir rahatlama yöntemi oldu. Mandalanın doğasındaki dairesel akış ve eterik titreşimler, enerjiyi ruh, beden ve zihin seviyesinde uyumlu hale getiren bir şifa bulma akımı yarattı.
 
Yetenek şart değil!
Öte yandan mandalanın mutlaka ve yalnızca spiritüel amaçla yapıldığını da söyleyemeyiz. Özellikle pandemi ile gelen tecrit döneminde sığındığımız, fakat hayatın yoğun koşturmacası arasında vakit ayırmanın bir ihtiyaç olduğunu da bilimsel olarak savunduğumuz ‘hobilerimiz’ arasında mandala. Neredeyse hiçbir yetenek gerektirmeksizin, her yaştan insanın rahatlıkla yapabileceği, yaratıcılığını ve el becerisini geliştirerek istediği seviyeye getirebileceği, bu yüzden sıklıkla tercih edilen bir sanat diyebiliriz mandala için.
 
Mandala Zamanı Bükebilen Bir Sanat
Esasen mandalanın zaman içerisinde değişiminden ziyade kültürler ve coğrafyalar arası değişimi daha belirgin. Bu zamanı bükme özelliği, sanat dalları içinde sadece mandalaya özgü sayılabilir sanırım. Örneğin mandalalarda sıklıkla işlenen antik semboller asırlar önce taşıdıkları anlamı ve değeri şimdi de koruyor bu sayede. Farklı etnik ve kültürel toplumlarda farklı ifade edilişi ise o topluma ayırt edici bir kimlik kazandırdığından, geleneksel olarak büyük ölçüde korunmuştur. Öte yandan malzeme ve teknik açısından zaman içerisindeki bir değişim söz konusu elbette. Asırlar öncesinde daha çok bitkiler, kum ve toprak gibi doğada bulunan unsurlarla veya taş, tahta gibi yüzeylere kazınmak suretiyle yaratılan mandalalar, gelişen sanayi ve teknoloji ile boyalar ve diğer sanatsal ürünlerin üretiminin yaygınlaşması ve çeşitlenmesiyle birlikte ‘eser’ olarak da ortaya konulabilmekte. Bununla birlikte, mandalayı teknik olarak, tek bir noktadan başlayarak dairesel ve simetrik bir biçimde genişleyen unsurların oluşturduğu bir bütün olarak tanımlarsak, günümüzdeki mandala sanatçılarının bu tanımın dışına da rahatlıkla çıktığını söyleyebiliriz. Birkaç farklı noktadan başlayan, yalnızca çizgisel değil benim mandalalarımda da olduğu gibi noktasal, ‘mixed media’ denilen farklı unsurlar ve tekniklerle de birleştirilebilen, dairesel olmayıp daha iddialı bir geometriye sahip, figüratif veya nonfigüratif, yarı simetrik veya tamamen asimetrik çalışılan mandalalara da rastlıyoruz. Diğer sanat dallarını bilemiyorum tabii, fakat çok uluslu mandala sanatçıları camiası, mandala sanatının ardındaki felsefe gereği olsa gerek, her türlü yeniliğe, özgün ve orijinal ifade biçimlerine son derece açık.
 
Mandalanın Dansı da Var
Bazen zaman içinde değişen terminoloji de sanki sanata dair bir değişim olduğu izlenimi verebiliyor sanırım. Bu röportaja hazırlanırken, benim de ilk kez duyduğum mandala dansını siz duymuş muydunuz örneğin. Mandala dansında, kalçaların ve ellerin doğal ve uyumlu hareketleriyle sekizler, spiraller, eş merkezli daireler çizmek suretiyle, vücuttaki enerji merkezleri yani çakralar arasında optimum uyum yakalanıyor. Buna kutsal vücut geometrisi deniliyor. Bir tür dinamik meditasyon olan bu dans, vücudunuzla iletişim kurarak, kendinizi tanımayı vaat ediyor. Özellikle kadınların zihinsel gerginliğinin fiziksel sonuçları olan ve kronik duygular ile ilişkili vücudun kasılan ve gerginleşen bölgelerini çalıştırıyor, özgürleştiriyor, kadın üreme sistemini harekete geçiren birçok hormon ve endorfinler, yani mutluluk hormonları üretilmesini ve salgılanmasını indüklüyor. Kadınlar bu sayede ilkel enerjilerinin gizemini, dişiliklerini keşfediyor, bedenlerini ve ruhlarını iyileştiriyor. Yakında tüm dünyaya yayılacağını düşündüğüm bu dansın adı her ne kadar mandala dansı olarak bilinecek olsa da, oryantal dans olarak bildiğimiz doğu danslarına, Mevlevilerin, Gurdjiefflerin, kutsal kabile ve tapınak danslarına benziyor. 
 
Bilim Nasılı, Felsefe Nedeni, Sanat ise Biçimi İfade Ediyor
Bilim ve sanat pratikte birbirlerinden çok farklı alanlar gibi görünseler de hayranlık uyandırıcı derecede iç içeler. Bilim, sanat ve felsefe, varoluşun birbirini anlamlandıran üç ayağı. Bilim varoluşun ‘nasıl’ını, felsefe ‘neden’ini, sanat ise biçimini sorguluyor. Bu üçü birbirini ne kadar güçlü desteklerse varoluşun tadını o kadar iyi alıyor, var olmaktan payımıza düşen dilimi o kadar büyütüyoruz. Öte yandan ‘daha az eksik veya yanlış olan’ı arayan, fiziksel yasalar, algı ve ölçüm kabiliyeti ile sınırlı, dogmaları ve ön kabulleri olan ve doğrularını kabul ettirmeyi seven bilimin karşısında, kabına sığmayan, özgür, özgüvenli, neşeli bir çocuk sanat. Bu yüzden, aslında her ikisi de deneysel olan bu alanların birinden diğerine kaçma isteği ile, bunun için de yine sanat akımları arasında, bilime en yakın gördüğüm mandala sanatına ilgi duymuş olabileceğimi sanıyorum. Teknik olarak matematiksel ve geometrik oluşu, diğer akımlarla karşılaştırıldığında kendi içinde sınırları oluşu (nitekim, sanatçısına da doğanın ve kendi sınırlarının farkına varmasını hedefleyişi), ayrıca arkasında güçlü bir felsefe barındıran bir sanat olması, sanki ben onu değil de o beni seçmiş inancı uyandırıyor bende.
 
Bilim İnsanı Mandala Yaparsa!
Uzun yıllarımı adadığım ve insanüstü bir çaba sarf ettiğimi söyleyebileceğim bilim hayatından sonra, kendi içimdeki sanatçıyı keşfetmeye başlamış olmanın verdiği heyecanla daha çok aç gözlü bir çocuk gibi oradan oraya koştuğumu düşünüyorum. Her ne kadar renklerim ve desenlerimle içimdeki otantik benliği ayırt edici şekilde ortaya koymaya başladığımı düşünsem de deneysel çalıştığımı söylemeliyim. Sanatçı olma yolunda, beni ben yapan formasyonumu da yok saymamam gerektiğini, bilim insanı kişiliğimin sanatçı kişiliği ile bir noktada buluşması ve birbirini beslemesi gerektiğini düşünüyorum. Bazen eserlerimin ders kitaplarında, bilimsel makalelerde yer aldığını hayal ediyorum.
 
Çoklu Yeteneğe Sahip Sanatçıların Yükselişi
Çoklu yetenek ifadesini çok yetenekli ile karıştırmadığım sürece öyle olduğumu söyleyebilirim. Esasında, yaratılışın güzelliğinden, muazzam detaylarından ve hatta kusurlarından çokça etkileniyorum. Yaratılıştaki ihtişam, pek çoğunun farkına varmadan yanından geçip geçtiği küçük detaylarda gizli. Bu ihtişamın kendinsini, sadece görmek isteyenlere, görmek için durup bakacak kadar hızlı hayatlarından detaylara zaman ayıranlara, varoluşun gayesinin o ilk emirde apaçık söylendiğine ve varoluşunu neyi, nasıl okuması gerektiğini öğrenmeye adayanlara, eşyanın ruhuna inananlara bağışladığına inanıyorum. Bu yüzden olsa gerek, tercih ettiğim meslek ve ilgi alanları da hep detaylardaki inceliğe yönelik oluyor. Bu yaptığım her şeyin bir sanat eseri olacağı anlamına gelmiyor tabii. Amatör ruhun bizi her zaman daha diri ve araştırmacı kıldığına inandığım için, hiçbir alanda profesyonel olmak istemiyorum da aslında. Van Gogh’un ifadesiyle, ‘İyi yapmayı öğrenmek için henüz yapamadığımı yapmaya devam ediyorum.’
 
Nietzsche'nin Übermensch’i Olabiliriz.
Kendimin de, pek çoğumuzun da multi-talented olduğumuza kesinlikle inanıyorum. Başlıca yaşama amacımızın da içimizdeki çoğulluğu tek tek keşfedip ortaya koymak, mümkün mertebe profesyonelliğe ulaştırmak olduğunu, ancak bu sayede kendimizi gerçekleştireceğimizi, kendimizin ve toplumuzun evriminin ancak bu şekilde tamamlanacağını, bunun için gerekli her türlü eğitim ve yatırımdan kişi ve kurumlar olarak kaçınmamamız gerektiğini düşünüyorum. Kendini tüm yönleriyle ifade etmeyi başarabilen bir insanın belki de Nietzsche'nin Übermensch’i olabileceğine inanıyorum.
Ve artık bir toplumda, en çok da toplumumuzda, zoru başaran, yapılmamışın, bilinmeyenin peşinden giden, kendisi ve diğerleri için katma değer ve fark yaratan, bunun için kendisine şans verilmese bile o şansı kendisi tutup koparan, hayallerinin sınırı olmayan ve bu yüksek niteliklerle topluma ilham veren, hem zekâsı, hem ruhsal ve zihinsel donanımı, hem yeteneği ile göz dolduran, her yönden kendini tam yetiştirebilmiş insanların alkışlanması gerektiğine inanıyorum.