Ölümler olmasa dünya tarihinin gelmiş geçmiş en hayırlı günlerini yaşıyoruz belki de. Salgınla alt üst olduk ama çok şey keşfettik. Her ne kadar kulağa iddialı bir söylem gibi gelse de korona virüsün 2019 versiyonu, yüzyılımızın en büyük öğretmeni oldu doğrusu, travmayla pek çok alanda birçok edinim kazandırdı. Şöyle bir durup neyi neden yaptığımızı düşünür olduk. Bugüne kadar yaşadığımız gibi yaşamak zorunda olmadığımızı, her şeyi sorgulamak durumunda olduğumuzu anladık. Bazı alışkanlıklar çok saçma geldi. Mesela eve kapanıp birçok işi evden yapmak zorunda kaldığımızda, şimdiye kadar bunu neden yapmadık ki sorusunu sorduk kendimize. Her sabah ve akşam hep beraber metrolara, otobüslere binmek, ofislere doluşup belirli saatlerimizi muhakkak orada geçirmek zorunda olmak, aynı saatlerde yemeğe çıkmak, sokakları hınca hınç doldurmak meğer ne kadar da saçmaymış. Gelecek zamanda uzaktan erişim öyle işlevsel olacak ki belki şehirlerde yaşamak zorunda bile kalmayacağız. Sanki değişimin tam ortasındayız ve yeni bir uygarlığa doğru geçiş yapıyoruz. Ve Şems’in Mevlana’ya söylediği gibi: Hayatın alt üst olacak diye neden endişe ediyorsun? Nereden biliyorsun altının üstünden iyi olmadığını?
Ömrümüzde neye yatırım yapıyorsak, sıkıntılı dönemlerde bunun yankılarını yaşıyoruz. Mesela dışa dönük, bağımlı insanlar kısıtlamalar nedeniyle süreçten olumsuz etkilendi, özgürlüklerini yitirdiklerini düşündüler. Fakat onların aksine içsel yolculuğu sevenler, kendisiyle ahbap olmayı becerenler salgın ve karantina dönemini daha gelişerek atlatma sürecine girdiler. Hızla akıp giden günlük koşturmacadan birden bire sıyrıldıklarında hızla dönen zamanın çarkından savrularak sakinliğe düşenler şöyle bir durup kendilerine ve etraflarına bakındılar. Günlük hayatın derininde bir şeyler var, durup oraya dalalım dediler. İşte o zaman gölgede kalan pek çok güzelliği gördü göz, zihin hatırladı, kalp anladı. Bu değerlerden biri de sanatın özgün, orijinal versiyonları oldu.
Biz artık eski biz değildik ve salgın sürecinde yaşam serüvenini değerlendiren insan, sanata bakışını ve sanatsal seçimlerini de gözden geçirdi. Hız, haz ve ayartının etkisinin azalmasıyla gerçek, derin ve kadim hissedişini hatırladı. Estetiğin, asıl değerin yeniden parladığı an oldu bu. Duvarlarındaki reprodüksiyonların yapaylığını, kopya oluşunu fark etti. Oysa orijinal olan, elden çıkmış özgün bir sanat nasıl da kıymetliydi. Çünkü orijinalde, özgün olanda sanatçının gerçek hisleri, o hislerle dokunuşu, karakterinin ve algısının yansıması çırılçıplaktı. Sonra sanatsal nesnelere kaydı sorgulaması. Çin’de, Kore’de ya da Hindistan’da fabrikalarda üretilmiş seri sanatları gördü. Tüketim toplumunun talebini karşılamak, bu talepten katma değer sağlanmak için sanatın bile ruhu alınmıştı. Seri üretilmiş fabrikasyon sanat mı değerliydi, yoksa sanatçının zanaatkârın parmaklarıyla avucunun içinde şekillenmiş olan, göz nuru üretimler mi? Seri üretim, hislerin ve fikirlerin kopyası olduğu için ölü bir versiyondu. Orijinal olan ise görmekle ve dokunmakla sanatçının ruhunu, aurasını taşıyordu insandan insana ve mekânlara.
Hatta kimileri hepimizin içinde bulunduğu bu zor süreçte pek çok şey keşfedince kendini ve keşiflerini ifade edebilme adına sanatsal üretimi seçti. Çünkü insan karnını doyurmaktan ziyade başka bir insanla paylaşıma, ona kendini anlatmaya ve anlaşılmaya muhtaçtı. Eline çamuru, ipliği, keskiyi ya da boyalarla fırçaları aldı… Müzikte, tiyatroda, edebiyat ve sinemada salgının yansımaları nasıl olacak bilinmez ama el sanatı üretimi noktasında özgünlüğe ve orjinale rağbet pek güzel oldu.